• MyPassion
AYDIN SEZGİN,"BÜYÜKELÇİLER DEĞİL ERDOĞAN GERİ ADIM ATTI"
26/10/2021 20:55

İYİ Parti Aydın Milletvekili Aydın Adnan Sezgin TBMM Genel Kurulu'nda Lübnan'daki BM Barış Gücü'ne Türk Silahlı Kuvvetleri'nin katılmasına yönelik tezkerenin uzatılmasına ilişkin yaptığı konuşmada, Suriye tezkeresine ve büyükelçiler krizine de değindi. 

"Uluslararası ilişkilerimiz hastalıklı bir yaklaşımın esiri olmuş, akıl dışılığın tahakkümü altına girmiştir. Büyükelçiler krizinde yaşananlar tam anlamıyla bu hastalıklı yaklaşımın bir yansımasıdır. 10 büyükelçinin bildirisi yöntem açısından yanlış ve talihsizdir ancak Sayın Cumhurbaşkanının mukabelesi de yine hesapsız olmuştur" ifadelerini kullanan Sezgin, büyükekçilerin değil Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın geri adım attığını belirtti. 

Suriye tezkeresine de değinen Sezgin, "İktidarın görevi dış politikayı deneme tahtasına çevirerek millî güvenliğimizi ve vatandaşların güvenliğini tehdit edecek riskleri yaratmak yerine denenmiş yöntemleri ve diplomasiyi seçmek, barışı ve huzuru aramak olmalıdır" şeklinde konuştu. 

Sezgin'in konuşması şöyle:

"Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Irak'ın kuzeyinde şehit verdiğimiz Mehmetçik'imiz Yunus Emre Yalman'a Allah'tan rahmet, ailesine ve milletimize başsağlığı diliyorum.

Birleşmiş Milletler Lübnan Geçici Görev Gücü (UNIFIL) 1978 yılından bu yana varlığını sürdürmektedir. UNIFIL, Lübnan ve İsrail arasında barışın sağlanmasına katkı sağlamak, İsrail kuvvetlerinin güney Lübnan'dan geri çekilmesini garanti altına almak, uluslararası barışı ve güvenliği yeniden tesis etme ve Lübnan Hükûmetine otoriteyi sağlamaya yardımcı olma görevlerini üstlenmiştir. 2006 yılında gerçekleşen İsrail-Lübnan savaşının ardından misyonun genişletilmesine karar verilmiştir. Ülkemiz, UNIFIL harekâtına 15 Ekim 2006 tarihinden itibaren katkı sağlamaya başlamıştır. Bugün Lübnan'da durum giderek daha vahim bir hâl almaktadır. Onlarca kişinin hayatını kaybettiği silahlı çatışmalar yaşanmaktadır, ekonomik kriz Lübnan'ı ve bölgeyi derinden etkileyen boyutlara ulaşmıştır. Kriz, bir insani krize dönüşme sürecindedir. UNIFIL kapsamında görev yapan uluslararası misyon, krizlerle sarsılmaya devam eden bir bölgede mütevazı barış gayretlerine katkıda bulunmak gibi bir vazife üstlenmiştir. Ülkemizin Lübnan'daki mevcudiyeti sembolik de olsa bölgedeki istikrar ve barış ortamını tesis etmeye katkı sağlamak açısından önemlidir. Bu çerçevede Lübnan'da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararına dayanan barışı koruma harekâtına katkı sağlayan Silahlı Kuvvetlerimizin görev süresinin bir yıl daha uzatılmasını İYİ Parti olarak destekliyoruz.

Bölgesel ve küresel barış ve istikrar çabalarına katkıda bulunmak cumhuriyetimizin geleneksel dış politikasına da uygun bir tutumdur. Cumhuriyet dönemi dış politikamızın diğer önemli bir özelliği ise geçmişten kalan sorunların esiri olmayarak, millî güvenliğimizin ve ulusal çıkarlarımızın gerektirdiği şekilde tüm ülkelerle sağlam ilişkiler kurarak ileriye bakmaktır. Sorunları diplomasi ve müzakereler yoluyla, uluslararası iş birliği yoluyla çözmek karşılıklı çıkarları gözetmek dış politikamızın önemli değerleri arasında olagelmiştir. Askerî ve ekonomik açıdan donanımımızın en zayıf olduğu cumhuriyetin ilk yıllarında Hatay sorunu, Boğazlar meselesi, o döneme ait Türk-Yunan sorunları gibi pek çok mesele barışa katkı sağlayarak ve millî çıkarlarımıza en uygun şekilde çözüme ulaştırılmıştır. Daha sonraki yıllarda da dış politikamızda, cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya konulmuş olan bu anlayış başarılı bir şekilde uygulanmış, millî güvenliğimizin tehdit edilmesine asla mahal verilmemiştir. Aynı zamanda, uluslararası camiada vatandaşlarımızın yüzünü kızartacak tutum ve davranışlardan kaçınmaya da özen gösterilmiştir. Bu anlayış sayesinde dış politikamız en kritik dönemlerde dahi hem milletimize savaş yaşatmama başarısını göstermiş hem de devletimize itibar kazandırmıştır.

Bugün o geçmişe nazaran, aciz bir görüntü vermekteyiz. Dış politikamız kalmamıştır, bunu defalarca dile getirdik. Uluslararası ilişkilerimiz ise hastalıklı bir yaklaşımın esiri olmuş, akıl dışılığın tahakkümü altına girmiştir. Büyükelçiler krizinde yaşananlar tam anlamıyla bu hastalıklı yaklaşımın bir yansımasıdır. 10 büyükelçinin bildirisi yöntem açısından yanlış ve talihsizdir ancak Sayın Cumhurbaşkanının mukabelesi de yine hesapsız olmuştur. Ardından, talebini, ortaya koyduğu talebini hiçbir şekilde karşılamayan ve malumun ilamından ibaret olan bir açıklamayla geri adım atmıştır. Büyükelçiler adına ABD Ankara Büyükelçiliği tarafından sosyal medyadan yapılan bir cümlelik açıklama iktidar yandaşlarının öne sürdüğü gibi bir geri adım değil, aksine, söylediklerimizin arkasındayız vurgusudur. Açıklamada, Viyana Sözleşmesi'nin 41'inci maddesine riayet etmeye devam edildiği belirtilmiştir. Diplomatik ilişkiler hakkında Viyana Sözleşmesi'nin 41'inci maddesine göre, tırnağı açıyorum "Kabul eden devletin kanunlarına ve nizamlarına riayet etmek, ayrıcalıklarına ve bağımsızlıklarına halel gelmeksizin bu gibi ayrıcalıklardan ve bağışıklıklardan yararlanan her şahsın görevidir. Kabul eden devletin iç işlerine karışmamak da bu şahısların keza görevidir." tırnağı kapattım. Yayınlanan açıklamada ne özür ne de bir geri adım söz konusudur. Büyükelçiler bildirisinin Viyana Sözleşmesi'ne uygun olduğu vurgulanmıştır sadece. Üstelik, bu açıklama ABD adına yapılmış, 10 ülkenin hepsi değil, sadece bazıları bu beyanata katıldıklarını ifade etmiştir. Daha sonra açıklama yapan ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsüyse Osman Kavala olayına dair yaptığı değerlendirmede, 18 Ekimde büyükelçilerin yayınladığı bildirinin Viyana Sözleşmesi'nin 41'inci maddesiyle tutarlı olduğunu tekrar etmiş, bırakın özrü, geri adım gibi yorumlanabilecek herhangi bir ifade kullanmamıştır.

Büyükelçilerin bildirisinde bir hususu da göz ardı etmemek gerekir: Türkiye, Avrupa Konseyinin kurucu ülkeleri arasındadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Konseyi bünyesinde yer alan bir kurumdur. Büyükelçilerin uygulanmasını istediği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları da iç hukukumuzun ve uluslararası hukukun bir parçasıdır. Sayın Genel Başkanımızın da belirttiği gibi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yetkilerini kabul etmiş bir ülkenin o mahkemenin kararlarına uymamış olması meseleyi iç mesele olmaktan çıkartmaktadır. Olup biteni içeriye nasıl pazarlamaya çalıştığınız değil, hamlenin muhatabı olan ülkelerin meseleyi nasıl algıladığı mühimdir. Yabancı basına baktığınızda onların hadiseyi "Recep Tayyip Erdoğan'dan u dönüşü", "Recep Tayyip Erdoğan çark etti." gibi ifadelerle yansıttığı görülüyor maalesef. Siyaset gibi diplomasi de sonuç alma sanatıdır. Ne sonuç alındı bu hoyratlıktan? Tek netice, dışarıdaki Türkiye algısının daha da geriye gitmiş olmasıdır. İktidarın hukuk devleti değerlerine ve uluslararası ilişkilerin normlarına uyum sağlayamadığı kanaati güçlenmiştir. Madem 41'inci maddenin telaffuz edilmesini istiyordunuz, bunu bu sarsıntılara yol açmadan da yapabilirdiniz. Türkiye'nin artık, Ugandalı diktatör Idi Amin imajından kurtulması şarttır. Çıkış noktası hangi gerekçeye dayanıyor olursa olsun bu hadise bizler için sadece ve sadece mahcubiyet vesilesidir. Elbette krizin geride bırakılmış olması, anlamsız bir kaostan şimdilik uzaklaşılması sevindiricidir. Ancak milletimiz kendi yarattığımız krizlerle boğuşmaktan, yoktan yere yaratılan risklerle mücadele etmekten yorulmuştur. Tek adam rejimi yine takla atmıştır.

Değerli arkadaşlar, Suriye ve Irak'a asker gönderme tezkeresi az önce yapılan görüşmeler sonucunda kabul edilmiştir, ülkemiz açısından hayırlı olmasını diliyorum. Partimizin sözcüleri bu tezkereyle ilgili, tezkereye dair görüşlerimizi ayrıntılarıyla izah ettiler. Suriye'de İdlib başta olmak üzere ülkemizin karşı karşıya bulunduğu büyük sıkıntı ve tehlikeler vardır. Ayrıca, buradaki gelişmelerin iç politika maksatlı istismar edilmesi kamuoyumuzda yaygın ve ciddi bir endişedir. İdlib'de Rus, Suriye ve kısmen İranlı milislerin gözlem noktalarımıza yakın mahallere saldırıları sürmektedir. Türkiye, Suriye ve elbette İdlib'de hava gücü ve savunmasından da mahrum durumdadır.

Putin ile Sayın Cumhurbaşkanının gerçekleştirdiği son Soçi görüşmesinden bir sonuç alınamadığı anlaşılmaktadır. Bunu söylerken bir çekince ifade etmek istiyorum. Bu çok mahrem görüşmede bir al ver pazarlığı yapılmış ise bunu bilmemiz tabii ki mümkün değildir ama böyle bir pazarlığın tüm sorumluluğu Sayın Cumhurbaşkanına ait olacaktır.

Bugün Türkiye Birleşmiş Milletler tarafından terörist grup olarak kabul edilen HTŞ'yle İdlib'deki iş birliğini sürdürmekte ısrarlı olduğu görünümü vermektedir. Bu tutum Rusya'yla varılan mutabakatlara aykırıdır. Türkiye kendini İdlib'de çok riskli bir konuma hapsetmiştir. Yıllardan beri bahsettiğimiz bölgenin Peşaverleşmesi tehdidi gün geçtikçe daha da belirgin hâle gelmektedir. Rusya'yla mutabakatımıza uyarak HTŞ ve diğer benzeri terörist gruplara karşı harekâta girişmemiz büyük riskleri de beraberinde getirebilir. Asgari 30 bin silahlı insandan oluşan HTŞ'nin ve diğer grupların İdlib'deki askerlerimize zarar vermeleri hatta Türkiye içinde faaliyete geçmeleri tehlikesi vardır. Zaten Mehmetçik İdlib'de Ebubekir Sıddık'ın Yardımcıları Seriyyesi örgütünün tasallutu altındadır. HTŞ'yi ve diğer terörist grupları pasivize etmekte daha fazla gecikmemiz hâlinde ise Rus-Suriye ve İran birliklerinin saldırıları ve Halep ile Lazkiye'yi bağlayan M-4 Kara Yolu'nun kullanılabilir ve kendileri açısından güvenli hâle getirilmesine yönelik operasyonlara ivme kazanacaktır. Her hâlükârda geçici bir çözüm olarak karakollarımızın, gözlem noktalarımızın M-4'ün kuzeyine taşınması talep edilecektir, belki de talep edilmiştir. Her geçen gün tehdit ve tehlike sınırlarımıza daha da yakınlaşmaktadır. İdlib'de 4 milyon insan sıkışmış durumdadır. Hem ulusal hem de uluslararası basın Rusya'nın, Suriye'nin ve İran'ın İdlib'de yapacakları radikal ve topyekûn bir operasyonun 1 milyondan fazla yeni mültecinin Türkiye'ye doğru akın etmesine neden olabileceğini belirtmektedir. Biz de yıllardan beri bu tehlikeyi dile getiriyoruz.

İktidar ne Astana sürecini ne de Soçi görüşmelerini iyi kullanabildi. Zaten Astana diye de bir süreç kalmadı. 4 Mayıs 2017'de Astana'da gerçekleştirilen zirvede Türkiye, Rusya ve İran arasında İdlib'in tamamını Lazkiye, Halep, Hama ve Humus'un belli bölümlerini, Şam'ın Doğu Guta bölgesini, Dera ve Kuneytire'nin belli bölümlerini kapsayan çatışmasızlık bölgeleri oluşturulmasına ilişkin muhtıra imzalanmıştı ama tedricen bu bölgeler rejimin eline ve Rusya'nın kontrolüne geçmiştir. İdlib'de de benzer bir senaryo muhtemeldir. Maalesef geçtiğimiz günlerde Fırat Kalkanı harekât bölgesinde rejim veya Rusya'nın kontrolünde bulunan bölgelerden muhtemelen Tel Rıfat'tan YPG/PKK güdümlü füzeyle zırhlı araçlarımıza saldırı gerçekleştirmiştir. Saldırıda 2 özel harekât polisimiz şehit olmuş, 2 özel harekât polisimiz de yaralanmıştır. Ardından, Karkamış ilçemize Suriye sınırları içinden hava saldırısı düzenlenmiştir. Aynı günlerde Afrin'de PKK/YPG'li teröristler tarafından bomba yüklü araçla saldırı düzenlenmiştir. Akabinde Sayın Cumhurbaşkanı "Sabrımız bir yere kadar, mücadelemiz farklı şekillerde devam edecektir." ifadelerini kullanmıştır. Bu ifadeyle ne kastedilmektedir?

Suriye'yle ilgili tüm aktörler herhangi bir askeri müdahalemize itirazlarını açık şekilde ifade etmişlerdir. Tel Rıfat, 2018'den beri tartışma konusudur, ancak, konuşulanlar havada kalmaktadır. Bu bölge, yıllardan beri tehdit zemini olma konumunu sürdürmektedir. Menbiç'in ve Tel Rıfat'ın YPG, PKK'dan arındırılmasını Rus tarafı taahhüt etmiştir, ne var ki bu da gerçekleşmemiştir. Türkiye, son günlerde olduğu gibi Tel Rıfat ve Menbiç'ten kaynaklanan birçok tehdide muhatap olagelmektedir. Suriye'nin kuzeyinde kontrol ettiğimiz bölgelerde karşı karşıya bulunduğumuz baş aktörlerin çoğu İdlib'de de karşı karşıya bulunduğumuz aktörlerdir. Bu kadar ülkeyle aynı anda ve zeminde ilişkileri bu denli riskli hâle getirmek, ülkemiz açısından bu denli büyük tehditlere yol açmak gerçek bir faciadır. Artık, askerlerimizin, ülkemizin bu ağır tehditlerle karşılaşmayacağı, harekâtların gereksiz kalacağı bir ortamın hazırlanmasına katkıda bulunulmalıdır, öncülük yapılmalıdır. İdlib'te 2020 yılının şubat ayında gerçekleştirilen hava saldırısında şehit olan Mehmetçiklerimizin acısı hâlâ yüreklerimizdedir, elbette diğer tüm şehitlerimizin de, ruhları şad olsun.

İktidarın görevi dış politikayı deneme tahtasına çevirerek millî güvenliğimizi ve vatandaşların güvenliğini tehdit edecek riskleri yaratmak yerine denenmiş yöntemleri ve diplomasiyi seçmek, barışı ve huzuru aramak olmalıdır. Bir kerecik de olsa milletin çıkarlarını ve ülkenin geleceğini düşünün. Suriye krizinde çok önemli sorumluluk taşıyan Türkiye'nin krizin başlangıcından yaklaşık on bir yıl sonra 911 kilometre sınırımız olan komşumuz Suriye'de buraya binlerce kilometre uzaktan gelmiş olan güçler arasında sıkışıp kalmış olması iktidarın her alandaki iflasının ve uluslararası ilişkilerdeki sefaletinin epey zamandan beri yaşadığımız acı bir örneğidir. Bir süreden beri iktidar bir gücü diğerine karşı koz olarak kullanmak şeklinde Türkiye gibi büyük bir ülkeye yakışmayan manevralar içine girmektedir. Bakın, unutmayın, ABD ile Rusya yaşadıkları bazı krizlerde şaşırtıcı şekilde uzlaşıya ve hatta iş birliğine gidebilmektedirler. Suriye sathında da böyle bir senaryo yeniden yaşanabilir. Keşke saatleri geri çevirebilsek de Suriye'de 2011'lere geri dönebilsek. Maalesef bu hayalin gerçekleşmesi mümkün değildir.

Öte yandan, belirli bir süreden beri Esad rejimi uluslararası camiaya hızlı adımlarla geri dönüş istikametinde yol almaktadır. Bunu Arap ülkeleri başta olmak üzere uluslararası camia Suriye'ye yeniden yüzünü dönmektedir şeklinde de ifade edebiliriz. Tüm bu gelişmeler 2 Kasım 2017 Soçi Mutabakatı'nda Suriye Arap Cumhuriyeti olarak iktidarın tanıdığı, birlik ve bütünlüğünü temin etmeyi taahhüt ettiği Suriye'nin rejimiyle resmen görüşme gereğini ortaya koymaktadır. Suriye krizinin çözümü için tek yol siyasi yöntemdir. Suriye'nin birlik ve bütünlüğünün korunması topyekûn güvenliğimiz açısından elzemdir. Bunun başlıca yolu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 2254 sayılı kararına uyarak Cenevre'de Birleşmiş Milletler himayesinde yürütülen yeni anayasa görüşmelerini desteklemek için azami gayret göstermek ve barışın sağlanmasına katkıda bulunmaktır. Anayasa görüşmeleri maalesef tıkanmış durumdadır ancak görüşmelerde bir ilk adım atılmıştır, Türkiye bu müzakerelerin canlandırılmasına ve makul şekilde ilerlemesine aktif ve samimi katkıda bulunmalıdır. Bu süreçte iktidarın Suriye Arap Cumhuriyeti'ni temsil eden hükûmetle masaya da oturması gerekmektedir. Taliban'la görüşmekte beis görmeyen iktidar Esad'la görüşmeme inadına son vermelidir. Ülkemizdeki Suriyeli sığınmacıların en uygun şekilde vatanlarına dönmelerinin temininin de yolu budur."

Şerif AKARÇEŞME - serifakarcesme@hotmail.com


Facebook'ta Paylaş